Yazarın Devletle İlişkisi
1940’lardan, özellikle 1950’lerden bu yana yetişmiş Türk yazarlarının en belirgin özelliklerinden biri de devleti yöneten kimselerle ilişkilerinin büsbütün kesik olmasıdır. Oysa daha önceki dönemlerde bu ilişkiler oldukça sıkıydı. Hatta başka ülkelerde görülen örneklere göre daha yüksek bir orandaydı. Öyle ki Tanzimat yazarlarının hemen hepsi aynı zamanda yönetici kadronun seçkin adamları oldukları gibi, Servet-i Fünun yazarlarının büyük kısmı da devlete yakın kimselerdi. Bu eğilim Cumhuriyet’in ilk yirmi yılının sonuna kadar sürmüştür.
1940’tan sonra beliren yazarlarda ise tam tersi bir eğilime tanık oluyoruz; devlet yazardan uzaklaşırken, yazar da devletin yöneticilerinden uzak durmaya çalışmaktadır. Bunun birçok nedenleri arasında ilk akla gelenleri şöyle sıralayabiliriz:
Cumhuriyet’in 1923-1940 yılları arasındaki ilk döneminde devlet, devrimci bir süreç içinde olduğu sanısındaydı. Yazar, daha çok siyasal kabukla ilgili bu devrim görünümünü yeterli buluyordu. Temel sorunlar ortaya çıkmamış ya da yaygınlık kazanmamıştı. Devrim sanısı içindeki devletle, devletin devrimci niteliğini olduğu kadarıyla üstlenen yazarın karşılıklı güven ve ilişkisi olarak özetleyebiliriz bu çağı. Kurtuluş Savaşı zaferi, yeni devletin kuruluşu, Türkçülük, milliyetçilik, türkçecilik… Bağlıyordu devletle yazarı. Dikkatini düzenin feodal niteliğinden kopararak daha çok siyasal kabukta ve Cumhuriyet gömleğinde toplayan yazar, devletle bir çeşit uzlaşma içindeydi. Gerçi Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali olayları gibi çıkışlar olmamış değildir, ama genel planda asıl olan o sözünü ettiğimiz tutumdu. Devlet Tanzimat’tan beri biriken Batı’ya yönelme isteğinin yürütücüsü olmakta, uygarlık sorununda Türkiye’deki açmazların ve kısırdöngülerin çözümünü bu davranışta bulan yazar devleti iştahla desteklemekteydi.
Bunun yanında, İkinci Dünya Savaşı’na kadar ün yapmış yazarların toplumsal bileşimleri de böyle bir uzlaşmayı gerektirecek biçimdeydi: Büyük burjuvadan, varlıklı ailelerden geliyordu yazar.
İkinci Dünya Savaşı’ndan, hele 1950’den sonra beliren yazar ise genellikle işçi, köylü ya da küçük burjuva çocuğudur. Buna karşılık bu dönemdeki hükümetler devletin feodal niteliğini burjuva kabuğuna çekmeye çalışmış, demokrasiyi Troçki’nin deyimiyle “burjuvazinin enstrümanı” olarak kullanmaya kalkmıştır. 1950’den sonra yalnız maddi planda değil, kültür planında da Türkiye’de bir yoksullaştırma (paupérisation) yöntemi uygulanmaya başlanmıştır. Artık iktidarlar o eski devrimci sanıyı yitirmeye başlamıştır. Yeni sistem kendi adamlarını bulup çıkarmakta güçlük çekmemiştir: Menderes, feodal bir toprak ağasıydı ve her mahallede bir milyoner yaratmakla övünüyordu. Süleyman Demirel ise bir müteahhittir ve o yaratılan milyonerlerden biridir. Böylece devletle yazar arasındaki görüntü hem devleti temsil eden grubun, hem de yazarın toplumsal bileşimlerinin değişmesinden doğmuştur. Bu çözüntü önce sadece bir çözüntü olarak kalacak, ama bir süre sonra siyasal bir yük kazanarak büyük bir çatışma haline gelecektir. Dikkat edilirse, devlet yöneticilerinin önce yazarı önemsememeye, sonra da tehlikeli bulmaya başladıkları görülür. Önemsememiştir: Sözgelimi, Yahya Kemal’in diplomatik pasaportla yolculuk ettiği birçok dış ülkede Sait Faik bir serseri işlemi görmüştür; DP ve AP iktidarları dönemlerinde musahhihleri başyazarlarından daha kültürlü olan yerden bitme, sun’i birçok gazete, dergi çıkarttırılmıştır. Tehlikeli bulmaya başlamıştır: Sözgelimi Orhan Kemal’in deliğe tıkılması, Çetin Altan’ın dokunulmazlığının kaldırılması, Aziz Nesin’in “bir afyon kaçakçısı imiş gibi” kovuşturulması olayları. Yazar da kendi yönünden gerici olarak tanımladığı iktidarlardan uzaklaşmak için her fırsatı değerlendirmeye özel bir dikkat göstermiştir. Yeni yazarların devlet kapısında iş aramadıkları, hatta böyle bir işleri varsa ayrılmak için uğraştıkları gözden kaçmamaktadır. Bugün, inanıyoruz ki, iktidar organı gazetelere genç yazarlar arasından yirmi bin lira aylıkla başyazar aransa bulunmayacaktır. Eğilim iyice geneldir. Yaygındır. Bugün bir başkaldırma davranışı içindedir yazar; kendinde olduğuna inandığı ve bütün insanlığı, bütün yurdunu kavradığını bildiği bazı değerlerin ayak altına alındığı gerekçesiyle öfkelidir. Son yıllarda yazılmış bütün sanat yapıtlarının temelinde –bu yapıtların en soyutlarında bile– bir başkaldırma, bir ret itisini görmemeye imkân yok.
Anayasa’nın varlığına rağmen son yıllarda Türkiye faşizme kaymak eğilimini taşımıştır. Bu bakımdan devlet yöneticileri halkı ve insan değerlerini koruyan yazara yaklaşmaktansa kapısında “faşizmin çoban köpeklerini” beslemeyi tercih edecektir. Yazar ise yavaş yavaş çözülmüş bulunduğu devlet yöneticilerine karşı büyük bir çatışma ortamına girmiş bulunmaktadır.
Ağustos 1967
Cemal Süreya – Papirüs’ten Başyazılar
Yorum Yazın