BABALAR VE OĞULLAR: BÜYÜMEMİZ İÇİN BABAMIZIN ÖLMESİ Mİ GEREKİYOR?
KÜLTÜR SANATBaba-oğul ilişkisi, psikanaliz ve psikiyatrinin ilgi alanlarından birisini oluşturuyor. Freud’un babayı oğula rakip gören ‘ödip karmaşası’ düşüncesi bugün evrensel bir durum olarak tanımlanmıyor. Babalık için ‘toplumsal bir kaza’ diyen Margaret Mead’in görüşleri de rağbet görmüyor. Artık babalık, çocukların büyüme sürecinde duygusal ve zihinsel anlamda büyük sonuçları olan, karmaşık ve eşsiz bir olgu olarak hak ettiği değeri buluyor. Babalık üzerine yapılan araştırmalar, baba-çocuk bağının, anne-çocuk bağından nasıl farklılaştığını gösteriyor.
Baba-oğul ilişkisi, psikanaliz ve psikiyatrinin ilgi alanlarından birisini oluşturuyor. Freud’un babayı oğula rakip gören ‘ödip karmaşası’ düşüncesi bugün evrensel bir durum olarak tanımlanmıyor. Babalık için ‘toplumsal bir kaza’ diyen Margaret Mead’in görüşleri de rağbet görmüyor. Artık babalık, çocukların büyüme sürecinde duygusal ve zihinsel anlamda büyük sonuçları olan, karmaşık ve eşsiz bir olgu olarak hak ettiği değeri buluyor. Babalık üzerine yapılan araştırmalar, baba-çocuk bağının, anne-çocuk bağından nasıl farklılaştığını gösteriyor.
Oğulların öyküsü babaların öyküsünün tam kalbinden geçer. Babalarımız hayatta kim olduğumuzu, nasıl durduğumuzu, nereye ve nasıl baktığımızı tayin ederler. Statükocu babaların oğulları devrimci olabilir, büyük inanmışlardan inançsız evlatlar zuhur edebilir.
Erkek çocukları için hayat, baba ve annenin çocukluğa attıkları ilmiklerin çözüldüğü bir serüvendir. Sözgelimi baba, oğlunun ruhunda öyle kocaman bir yara açmış, onu varlığıyla o kadar sindirmiştir ki oğul bir türlü büyüyemez, yetişkinliğe adım atamaz, ebedi bir ergen olarak kalır. Etrafından hep bir baba azarı yiyebileceği korkusuyla hayatı kıyısından köşesinden yaşar, içinde babayla yaşanmış ve mağlubiyetle bitmiş bir savaşın ukdesi dolaşır, bu ukde ruhun kıyılarını döven depresyon dalgalarıyla varlığını hatırlatır. Baba kimileyin o kadar kuvvetli bir gölge düşürür ki oğlunun hayatına, ayrımlaşmayı ve bağımsızlaşmayı başaramayan oğul; babanın bir uzvu, bir uzantısı olarak, bir gölge olarak yaşamaya devam eder.
Oğulların öyküsü babaların öyküsünün tam kalbinden geçer. Babalarımız hayatta kim olduğumuzu, nasıl durduğumuzu, nereye ve nasıl baktığımızı tayin ederler.
Bazen de baba yoktur. Ya fiziksel olarak orada değildir ya da fiziksel olarak orada olsa bile, ruhsal olarak yoktur. Oğul, bir baba açlığı içinde, dış dünyadan babaya ait bütün simgeleri ruhuna emer. Babasız büyümek, çocukların iç dünyalarına bitmek bilmeyen bir gurbet acısı olarak tercüme edilir. Babadan gurbet, bir oğul için gurbetlerin en yakıcısı, en iç paralayıcısıdır. Soğuk ve mesafeli babalar, çocuk ruhunun biricik gıdası olan şefkat ve sevgiyi oğullarından esirger ve onları hayat boyu telafi etmekte zorlanacakları bir açlığa mahkûm ederler. Güçlü babaların ihmale uğramış oğulları, geçmişin yaralarını iyileştirmek için babalarının tam aksi politik duruşlar, inanışlar ve yaşayışlara yelken açar; farklı olmayı başarmak ve savaşa devam etmek suretiyle, erkeklik ülkesine girmek isterler.
Oğulların davası erkek olabilmektir. Erkeklerin arasına kabul edilebilmek, yetişkin bir erkek olarak ayakta durabileceklerini, babalarına ve hemcinslerine göstermek. Endüstri toplumuyla birlikte geleneksel ritüeller kayıplara karışmış, erkekliğe adım atışın yegâne simgesi baba evinden ayrılmak olmuştur. Bugün Batı toplumlarında pek çok genç, yetişkinliğe adım atmanın olmazsa olmaz koşulu olarak görülen bu modern ritüelle, anne baba sevgisini doyasıya yaşayamadan, anne babalarıyla ilişkilerini tam olarak çözümleyemeden erken bir biçimde hayata atılmakta, bu durum da ruhsal anlamda ‘bitmemiş bir iş’ bırakmaktadır. Türkiye’ye baktığımızda ise tam tersine, anne ve babanın sunduğu güvenlik duygusundan vazgeçmeye yanaşmayan, hayatın sorumluluklarını hep erteleyen, ebedî ergenlerin yaygın olduğunu görüyoruz. Zalim bir dünyada, oğulların erkekliğe kabulü de acımasız şartlara bağlıdır: İncinmeksizin incitebildiklerinde, üzüntü ve kayıp hissetmeksizin ayrılabildiklerinde erkek kabul edilirler.
Güçlü babaların ihmale uğramış oğulları, geçmişin yaralarını iyileştirmek için babalarının tam aksi politik duruşlar, inanışlar ve yaşayışlara yelken açar; farklı olmayı başarmak ve savaşa devam etmek suretiyle, erkeklik ülkesine girmek isterler.
Çocuklarının gelişim evrelerinde ‘orada olan’ babalar, onlara ne büyük bir iyilik yapıyorlar! Babaları kendileriyle ilgilenen çocuklar duygularını daha iyi düzenliyor, daha yüksek toplumsal ve eğitimsel başarı gösteriyorlar. Babalar çocukları, hayal kırıklıklarına tahammül ve işleri kendi başlarına çözme konusunda daha fazla cesaretlendiriyor. Baba sevgisini doyasıya tadan çocuklar duygusal açıdan daha istikrarlı, daha az öfkeli, kendilerine güvenen ve dünyaya daha olumlu bakan bireyler oluyor. Öte yandan, ‘yok baba’ların çocuklarında daha fazla madde kötüye kullanımı, depresyon, intihar ve daha düşük okul başarısı görülüyor.
Günümüzün dünyasında babalık da değişiyor. Erkeklikle özdeşleştirilen kimi temel nitelikler ağır bir biçimde eleştiriliyor. Güç ve savaşkanlığın pek çok rahatsızlığın kökeninde yattığı ve erkekliğin bu ‘arkaik’ görünümlerinden uzaklaşılması gerektiği dile getiriliyor. Bu görüş bize eşduyum, bağlılık, duyguları hissedebilme gibi dişil hasletlerin artık erkek kişiliğine de katılması gerektiğini anlatıyor. Günümüz toplumunda hiyerarşiler de alt üst oluyor, geçmiş zamanlarda insanlar kendilerini hiyerarşinin bir basamağında hissetmekle emniyet bulurken günümüzde iktidar yapılarının daha akışkan ve değişebilir, daha uzlaşmaya açık olduğu görülüyor. Bugünün anne babalarının kafası her zamankinden karışık. Çocuklarına ne demeleri gerektiğini, nasıl davranmalarının doğru olduğunu bilmeyen bir anne baba kuşağı ile karşı karşıyayız.
Güç ve savaşkanlığın pek çok rahatsızlığın kökeninde yattığı ve erkekliğin bu ‘arkaik’ görünümlerinden uzaklaşılması gerektiği dile getiriliyor. Bu görüş bize eşduyum, bağlılık, duyguları hissedebilme gibi dişil hasletlerin artık erkek kişiliğine de katılması gerektiğini anlatıyor.
Freud’un ‘fallosentrik’ psikolojisi, kadını erkek olma özlemi içinde bir varlık olarak tanımlıyordu. Freud’a kalırsa kadınlar erkeklik uzvuna sahip olmadıkları için haset duyuyorlardı. Yakın zamanların ‘duyarlı erkek’ hareketi de, erkekleri kadın olma özlemi içinde tanımlıyor. Bu görüş, erkeklerin de kadınlar gibi daha empatik, daha bağlı, daha şefkatli ve anlayışlı olmaları gerektiğini söylüyor. Ancak tam da bu sırada beyazperdede Terminatör veya Rambo gibi hiper erkekler görmeye başlıyoruz. Geleneksel erkek kimliğinin üzerinde dolaşan kara bulutlar, erkeğin iade-i itibar talebiyle dağılmaya yüz tutuyor. Kimi erkekler farklılık ve fiziksel üstünlüklerinin kabullenilmesini istiyor. Erkeğin serencamı, babanın kafa karışıklığına dönüşüyor. Otoriter mi olsun, arada bir gürlesin ve iktidarını mı göstersin, yoksa her sorunu konuşarak ve uzlaşıyla mı çözsün? Geleneksel rollere mi bağlı kalsın, yoksa babalığın modern hallerine mi seğirtsin?
Babalar ve oğullar cephesinde yeni bir şey var. İkisinin de kafası çok karışık.
BABA: O EŞSİZ GÖLGE
Baba-oğul ilişkisi, psikanaliz ve psikiyatrinin ilgi alanlarından birisini oluşturuyor. Freud’un babayı oğula rakip gören ‘ödip karmaşası’ düşüncesi bugün evrensel bir durum olarak tanımlanmıyor. Babalık için ‘toplumsal bir kaza’ diyen Margaret Mead’in görüşleri de rağbet görmüyor. Artık babalık, çocukların büyüme sürecinde duygusal ve zihinsel anlamda büyük sonuçları olan, karmaşık ve eşsiz bir olgu olarak hak ettiği değeri buluyor. Babalık üzerine yapılan araştırmalar, baba-çocuk bağının, anne-çocuk bağından nasıl farklılaştığını gösteriyor. Bu yazıda önce baba-çocuk etkileşimine değinecek, daha sonra babalar ve oğullar arasındaki o ‘yakıcı’ ilişkiyi konu edineceğim. Bu yazıyı bir oğul olarak yazıyorum, kendisinin de iki oğlu olan bir oğul.
Babanın anneden daha oyuncu yapıdaki etkileşim biçimi, çocuğa duygusal özdenetimi öğreten bir alan olabilir. Baba-çocuk etkileşimi, çocuğun ileriki hayatında da kendisini güçlü ve etkin hissetmesini sağlayacak bir anahtardır. Fakat babalık davranışını, annenin yöntemlerinden ayırmak o kadar da kolay bir mesele değildir. Baba-çocuk bağlanmasının özü farklıdır. Özsaygısı düşük olan babaların çocukları üzerinde gösterdikleri olumsuz etki, kendisiyle barışık olmayan annelerin olumsuz etkisinden daha fazladır. Ayrıca ebeveynler arasındaki çatışma boyunca, baba-çocuk bağı daha soğuk, daha kolay bozulabilir nitelikte görünmektedir.
Babanın çocuğun bilinç ve cinsel kimlik gelişiminde önemli bir yeri olduğunu savunan Freud, babanın çocuğun hayatının ilk üç yılındaki yerini hesaplamamıştır. Ondan sonra pek çok kuramcının tartıştığı gibi aslında baba figürü, evin dışında varolan bir dünyada -gerçek dış dünyada- disiplinin, erkek rol modelinin kazanılması gibi noktalarda önemli bir etkiye sahiptir. Anneler çocuklarını her türlü olumsuzluktan koruma çabası gösterirken, babalar daha gerçekçi davranır ve dış dünyanın sert bakış açısını öğretmeyi hedefler.
Özsaygısı düşük olan babaların çocukları üzerinde gösterdikleri olumsuz etki, kendisiyle barışık olmayan annelerin olumsuz etkisinden daha fazladır. Ayrıca ebeveynler arasındaki çatışma boyunca, baba-çocuk bağı daha soğuk, daha kolay bozulabilir nitelikte görünmektedir. 1920’lerde anne merkezli görüşlerde yaşanan kırılmalar sadece deneysel bulgulara bağlı olarak ortaya çıkmamış; bu döneme kadar çocuklarda yaşanan her türlü duygusal ve davranışsal problemin sebebi annede aranırken, giderek babanın sorumlulukları da tartışılmaya başlanmıştır. 1950’lerde ise, bilim, babanın erken çocukluk döneminde çocuk üzerindeki etkilerini tartışmaya başlarken, bunlar hep boşanma ya da babanın yokluğu gibi negatif içerikli durumlar üzerinden yapılmıştır. 1970’lerde, araştırmalar bakım verme konusunda babanın yeterliliğinin anne kadar olup olamayacağını sorgulamaya başlamıştır. Bu soruya verilen cevap, herkesin şaşkınlığına rağmen ‘evet’ olmuştur. Ancak burada eksik olan bir şey vardır; babalar da anneler kadar iyi bir bakım veren olabilirler ancak onlar bazı görevleri annelere bırakma eğilimi taşırlar. Daha sonraki araştırmalar, buradan hareketle kadın ve erkeklerin ebeveynlik stratejilerinin nasıl ve niçin farklılaştığına ve bunun çocuk için ne anlama geldiğine odaklanmıştır.
Çocuk, babasının yüz ifadelerinden, sesinin tonundan ve sözel olmayan diğer işaretlerinden onun duygularını nasıl ‘okuyacağını’ öğrenir ve buna göre cevap verir. Kendi duygularını net bir şekilde başkalarına nasıl ileteceğini görür.
Araştırmalardan çıkan sonuçlara göre, çocuklar hayatın ilk birkaç yılında babadan etkilenmeye gayet açıktır. Bebekler beslenme ve rahatlığa dair temel uyaranları alırken sadece eğlenmemekte, aynı zamanda zihinsel, fiziksel ve özellikle duygusal gelişimleri için buna ihtiyaç duymaktadırlar. Babalar çocuklarıyla oyun oynarken, kovalamaca, güreş gibi fiziksel etkileşimlere başvururlar; anneler ise, oyuncaklarla etkileşim ve sözel değiş-tokuşlar gibi iletişim türlerini kullanırlar. Buna göre babalar, pozitif veya negatif, memnuniyeti olduğu kadar korkuları da içerecek şekilde, çocuklarını duygularını düzenlemeyi öğrenmeye zorlar. Dolayısıyla klasik teorinin tartıştığı gibi, babalar çocuklarının anne-çocuk ilişkisi dışındaki dış dünyaya hazırlanmasını sağlar ancak bundan daha fazlasını da yaparlar: Çocukların karmaşık etkileşim becerilerini, ‘duygusal iletişim’ becerilerini geliştirmelerini sağlayan şey daha çok baba-çocuk etkileşimidir.
Bunu kazanmanın birinci basamağında, çocuk, babasının yüz ifadelerinden, sesinin tonundan ve sözel olmayan diğer işaretlerinden onun duygularını nasıl ‘okuyacağını’ öğrenir ve buna göre cevap verir. İkinci basamakta ise, kendi duygularını net bir şekilde başkalarına nasıl ileteceğini öğrenir. Son olarak çocuklar, kendi duygusal durumlarını nasıl ‘dinleyeceklerini’ öğrenirler. Tüm bu zincirin doğru bir şekilde işlerlik kazanması ise, çocuğun ileriki yıllarda engellenmeyi yönetebilme, tutarlı bir problem çözme becerisi geliştirebilme, yeni faaliyet ve şeylere uyum gösterebilme gibi özellikleri kazanabilmesini sağlar. Baba-çocuk arasında gelişen bu olumlu ilişki bağı, önce kardeşlere sonra da arkadaş çevresine yansır ve çocuk daha işbirlikçi, daha az kavgacı bir tutum sergiler.
Ebeveynlerin çocuklarıyla beraber geçirdikleri zaman dilimlerine bakıldığında, babaların annelerden daha fazla oyunla zaman geçirdikleri görülmektedir. Bunun bir sonucu olarak çocuklar, 1-1,5 yaşlarında sıkıntı verici bir durumla karşılaştıkları zaman, birincil bakım verenleri olan annelerine dönerler. Fakat bağlılık davranışı olarak kabul edilen gülümseme, ses çıkarma gibi davranışlarda, tutumları babadan yana olmaktadır.
Çocuğun ilerleyen yaşlarında bu bağlanma biçimlerinde bazı değişiklikler yaşanır. Araştırmalara göre, onlu yaşlarına gelen her iki cinsiyetten çocuk için, duyarlılık, güven ve ihtiyaçlar söz konusu olduğunda tercih edilen ebeveyn, bebeklikte olduğu gibi annedir. Fakat buna karşıt olarak, babaların sunduğu şakacı ve oyuncu yaklaşım, çocukları babalarından uzaklaştırmaktadır. Çünkü böylesi bir yaklaşım tarzı, ileri yaştaki çocuklarda, babalarının kendilerinin ihtiyaç ve düşüncelerini ciddiye almadığı gibi bir izlenim oluşturabilmektedir.
Modernleşmeyle beraber ev ve iş arasında oluşan uçurum, babanın evden kaybolmasına yol açmıştır. Pek çok çocuk için, baba artık kendisi uyuduktan sonra eve gelen bir gölge varlıktır. Oğullar için babadan ayrılık, erkek kimliğinin oluşması bakımından elzemdir. Babanın anahtar rollerinden birisi oğlan çocuğunu erkeklik rolüne, erkeklerin dünyasına, kimliğini bir erkek olarak kurgulayacağı yere hazırlamaktır. Eğer bunu yapamazsa, oğlu kadınlarla ilişki kurmakta çok zorlanacak; ya onlara yapışacak ya da onlardan çok uzak duracaktır. Kimi yazarlar, Endüstri Devrimi’nden en fazla yara alan sevgi biriminin, baba-oğul bağı olduğunu yazmaktadırlar. Endüstrileşme öncesinde oğullar babalarını tarlada veya ticarette görüyor, erken yaşta onlara katılıyor iken artık babalarını bu biçimde görme şansları kalmamıştır.
Pederşahî toplumumuzda gizli saklı bir maderşahîlik hüküm sürüyor; ilişkiler, duygular öne çıkıyor ve oğul babayı duygusuzluğun o gri dünyasından çıkıp gelen bir yabancı olarak değerlendiriyor. Erkek kimliğine kolayca geçebilenlerin babaları, geçmişte onlarla yeterli bir bağ kurmuş, kendi dünyasının bir bölümünü paylaşmış oluyor. Bazıları ise erkek kimliğine adım atıyor ama babalarının o ilişkisizliğini, duygusal ceset olma halini kendi hayatlarına kopya ediyorlar. Bazı erkekler de kadınların dünyasında kalıyor ve onların değerlerini benimseyip erkeklerin dünyasındaki sevgisizlikten nefret ederek yaşıyorlar. Bir oğlun, annesinin kendisi için ve kendisinin annesi için taşıdığı tehlikeye karşı babaya ihtiyacı vardır. Çünkü ana-oğul ilişkisi çok yalıtık kalırsa yoğun ve tahripkâr bir hale bürünebilir. Hasılı kelam, baba eşsiz bir gölgedir.
Modernleşmeyle beraber ev ve iş arasında oluşan uçurum, babanın evden kaybolmasına yol açmıştır. Pek çocuk için, baba artık o uyuduktan sonra eve gelen bir gölge varlıktır.
Kemal Sayar
Kaynak: Yavaşla
cafrande.org
İlginizi Çekebilir